YANGIN SONRASI
SALİH TURAN'SUNAR  
  Ana Sayfa
  Ziyaretci defteri
  TURAN AiLESi
  OSMANLI PADISAHLARI
  MüZiK
  RESiM
  ViDEO
  OYUN
  iSLAM VE HUZUR
  SOHBET
  FIKRALAR
  GELECEK GECMiS
  => KIYAMET VE ALEMETLERİ
  SiiRLER
  HABERLER
  SiTEMiZ NASIL OLUYOR
  Yeni yasam
  HASTALIKLAR ve kurtulma yolları
  komik resimler
  Dünyanin yedi harikası
  ANINDA HABER
  İletişim
  top listesi
  TV VE RADIO
  bilgi yarismasi
  spor haberleri
  burclar bölümü
  rüya tabirleri
  TÜRKIYE
  sifali bitkiler
  ULKUM
  sinema
  TuranBeyi
GELECEK GECMiS

Tarih aslında sıkıcı değildir.

 

Tarihin sıkıcı bir ders olarak görülmesine yok açan eğitim sistemine o kadar kızıyorum ki! Kusur planlamada mı, yoksa uygulanmada mı bilinmez, yıllarca okuduğumuz tarih derslerinden sonuçta üç beş olay, iki üç tarih kalmıştır çoğumuzun aklında. Bir kısmımız sonradan merak eder, kimi araştırıp öğrenir merak ettiklerini, bir kısmımız ise bilenlerden dinlemeyi tercih eder. Hiç merak etmeyen var mıdır bilmiyorum.

Bu köşede yazılanların çoğu,az bilinen konularda ilgilenen ve ulaşabilenlerle fikir paylaşmak amacıyla kaleme alındı. Okuyuculara ilginç gelecek konularla karşılaştıkça buraya aktarmaya çalışıyorum. Bir süredir kenarda duran, Osmanlı Sultanlarının anneleri ile ilgili olarak derlediğim bilgileri düzenlemeye ancak fırsat bulabildim. Hanedanlar arasında evlilik yoluyla bağ kurulması aslında çoğumuza yabancı bir kavram değil. Ama Osmanlı biraz daha farklı tabii. Araştırmacıların ortaya koydukları tablo bana gerçekten ilginç geldi.

623 yıllık Osmanlı döneminde 36 padişahı hüküm sürmüş. Annelerinin milliyetleri ise geniş bir yelpazede. Yalnızca 6 padişahın annesi Türk. Onlar da Osmanlı Devletinin ilk dönemlerindeki padişahlarının anneleri. 1534 yılından sonra tahta çıkan padişahların hiç biri Türk anneden doğmamış. Dağılım şöyle: 6 Türk, 5 Sırp, 4 Fransız, 3 Rum, 3 Rus, 2 Bulgar, 1 Polonyalı, 1 Cenevizli, 1 Venedikli, 1 Romen, 1 Arnavut, 1 Abaza, 1 Çerkes, 1 Ermeni. 4 padişah annesi de kayıtlara Yahudi olarak geçmiş. IV. Murat ıle I. İbrahim’in anneleri aynı (Sırp).

Sizlere de ilginç gelmedi mi?



İlgilenenler ayrıntılı bilgileri aşağıdaki tabloda bulabilirler.

 


Padişah, Valide Sultanın Adı (Asıl Adı ; Uyruğu)

I. Osman, Hayme Hatun (Hayme ; Türk)

I. Orhan, Mal Hatun (Mal ; Türk)

I. Murat, Nilüfer Hatun (Horofira ; Rum)

I. Bayezid, Gülçiçek Hatun (Gülçiçek ; Türk)

I. Mehmet, Devlet Hatun (Olga ; Bulgar)

II. Murat, Emine Hatun (Veronika ; ? )

II. Mehmet, Hüma Hatun (Despina ; Sırp)

II. Bayezid, I. Gülbahar Hatun (Gülbahar ; Türk)

I. Selim, II. Gülbahar Hatun (Ayşe ; Türk)

I. Süleyman, Ayşe Hafsa Sultan (Ayşe ; Tatar / Türk)

II. Selim, Hürrem Sultan (Roksalan ; Rus/Leh ve Yahudi)

III. Murat, Nurbanu Sultan (Raşel ; Yahudi)

III. Mehmet, Safiye Sultan (Bafo ; Venedikli)

I. Ahmet, Handan Sultan (Helen ; Rum)

I. Mustafa, ? ( ? ; Abaza)

II. Osman, Mahfiruz Hadice Sultan (Evdoksiya ;Sırp)

IV. Murat, Kösem Sultan (Anastasya ; Sırp)

I. İbrahim, Kösem Sultan (Anastasya ; Sırp)

IV. Mehmet, Turhan Hatice Sultan (Nadya ; Rus)

II. Süleyman, Saliha Dilaşub Sultan (Katrin ; Sırp)

II. Ahmet, Hatice Muazzez Sultan (Eva ; Leh ve Yahudi)

II. Mustafa, Emetullah Rabia Gülnuş Sultan (Evemia ; Venedikli)

III. Ahmet, Emetullah Rabia Gülnuş Sultan (Evemia ; Venedikli)

I. Mahmut, Saliha Sultan (Aleksandra ; Rum)

III. Osman, Şehsuvar Sultan (Mari ; Sırp)

III. Mustafa, Mihrişah Sultan (Janet ; Fransız)

I. Abdülhamit, Rabia Sermi Sultan (Ida ; Fransız)

III. Selim, Mihrişah Valide Sultan (Agnes ; Cenevizli)

IV. Mustafa, Ayşe Seniyeperver Sultan (Sonya ; Bulgar)

II. Mahmut, Nakşidil Sultan (Aimée Dubuc de Rivery ; Fransız)

Abdülmecit, Bezmialem Sultan (Suzi ; Rus ve Yahudi)

Abdülaziz, Pertevniyal Sultan (Besime ; Romen)

V. Murat, Şevkefza Sultan (Vilma ; Fransız)

II. Abdülhamit, Tirimüjgan Sultan (Virjin ; Ermeni)

V. Mehmet, Gülcemal Kadın Efendi (Sofi ; Arnavut)

VI. Mehmet, Gulüstü Kadın Efendi (Henriet ; Çerkes)

 

Friday, December 15, 2006

Türkiye’nin Avrupa Birliği Yolculuğu

 
Türkiye’nin Avrupa Birliği serüveni tüm heyecanıyla sürüyor. Sürükleyici bir macera romanı gibi; her an yeni bir aksilik beklemenin karşı konulmaz heyecanı ve gerilimi ile!

Bu konuda çeşitli fikirler var tabii. Kimi Batıya her yaklaştığında Türkiye’nin birşeyler kaybettiğini örnekleriyle anlatıyor, kimi de Birlik üyeliğinin getirilerini ön plana çıkarıyor. Bir konu hakkındaki düşünceniz, o konuya nereden baktığınıza bağlıdır doğal olarak. Bugün üzerinde durmak istediğim nokta aslında hukuksal.

Avrupa Birliği ile Türkiye arasında bir anlaşma imzalanmış. Adı: Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu Arasında Bir Ortaklık Yaratan Anlaşma. 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanmış. Anlaşma 4 Şubat 1964 tarih ve 397 sayılı yasa ile uygun bulunarak, 22 Ekim 1964 tarih ve 6/3820 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylanmış, 20 Kasım 1964 tarih ve 6/3930 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile de 01 Aralık 1964 te yürürlüğe girmesi kararlaştırılmış

Bu anlaşmanın imzalanması ile aslında Avrupa Birliği ile Türkiye Cumhuriyeti arasında ortaklık kurulmuş oluyor. Yani bugün bir “ADAYLIK “ söz konusu olmamalı. 1963 yılında “ortak üye” olan Türkiye bugün nasıl “aday ülke” olabiliyor, doğrusu anlaşılır gibi değil. Demek ki hukuk da kime uygulandığına ve şartlara göre değişebiliyor.

Aslında bunun bizi şaşırtmaması gerekir. Uluslararası alanda hukuku güçlü olan ülkeler şekillendirmiyor mu? Kendini güçlü gören bazı ülkelerin gerektiğinde yine kendi koydukları uluslararası kuralları çiğnemekten çekinmediklerini görmüyor muyuz? Son yıllarda bütün bunlar gözümüzün önünde gerçekleşti. Türkiye’ye Kıbrıs’ta işgalcisiniz diyenler, özgürleştiriyoruz adı altıda başka ülkeleri işgal ettiler, Türkiye’yi soykırım ile suçlayanlar kendi geçmişleri önlerine getirilince “Babanın hatası için oğlu özür dilemez, bunlar eski işler” dediler ve kimse bir şey yapamadı. En azından şimdilik. Şimdilk, çünkü devletlerden bahsederken zaman kavramını farklı algılamak gerekir. Bize çok uzun gelen 20, 30, 50 yıl bir devletin varlık sürecinde oldukça küçük bir zaman dilimidir. Burada 600 700 yıllık süreler söz konusu. 200 yıl önce en güçlü konumda olan ülkelerin yeri bugün çok farklı. 200 yıl sonra ne olacağını da şimdiden bilmek mümkün değil.

Avrupa Birliğinin Türkiye ile ortaklık anlaşması imzaladığı dönemin şartları ile bugünün şartları çok farklı. O zaman iyi bir fikir olarak görülen Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği, zaman içinde bir kısım Avrupa ülkelerine o kadar da çekici görünmemeye başladı ki, altlarında imzaları olan anlaşma maddeleri ile sonuca bağlanmış hususları bile bugün tekrar pazarlık konusu yapıyorlar. Türkiye Avrupa Birliğini kime şikayet etse ki?

Aşağıda anlaşma maddelerinden bir iki örnek veriyorum ve yorumu size bırakıyorum. İlgilenenlere anlaşmanın tam metni için alt kısımda bir "link" verdim.

Sağlıcakla kalın,



**************************************

KISIM: I


Madde - 1.

Bu Antlaşma ile Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasında bir Ortaklık kurulmuştur.



KISIM: II

Madde - 9.

Akit Taraflar, Anlaşma'nın uygulanma alanında, 8. maddenin uygulanması ile ilgili olarak ortaya konabilecek özel hükümler saklı kalmak üzere, uyrukluk dolayısıyla uygulanan her türlü ayrımın, Topluluğu kuran Anlaşmanın 7. maddesinde anılan ilke uyarınca yasak olduğunu kabul ederler.

Madde - 20.



Her üye Devlet ülkesinde ikamet edenler, Türkiye'nin başka bir üye Devlete veya üçüncü bir memlekete tanıdığı bütün kolaylıklardan, özellikle yabancı sermaye eylemi ile ilgili kambiyo ve vergi konularındaki kolaylıklardan yararlanırlar.





***************************************






Ankara Anlaşması
 

Friday, November 10, 2006

10 Kasım

 
Karşımıza çıkan zorlukların bizi yıldırdığı zamanlar olur bazen. O zamanlarda bize destek olacak kimseyi de bulamayabiliriz. Böyle zamanlarda kendimize ve yaptığımız işin doğruluğuna inanmak, başaracağımıza güvenmek en güçlü dayanağımızdır aslında. Başarıya ulaşan hiç kimse bunu kolay yapmamıştır. Aşağıdaki durumda biz olsak nasıl hareket ederdik dersiniz?



Aşağıdaki yazıyı Melih Aşık’ın Milliyet’teki köşesinden aldım.



Kimdi bu adam?


7 yaşındayken babasını kaybetti ve yetim kaldı. 8 yaşında okuldan alındı ve köyde yaşadı...
10 yaşında yüzü kanlar içinde kalacak şekilde, yeni okulundaki hocasından dayak yedi. Ailesi onu okuldan aldı.
17 yaşında hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı.
24 yaşında tutuklandı, günlerce sorguya çekildi ve 2 ay tek başına bir hücrede hapis yattı.
25 yaşında sürgüne gönderildi...
27 yaşında kendisinden bir yaş büyük meslektaşı kendisinin de üyesi bulduğu derneğin çalışmalarıyla kahraman ilan edilirken, kendisi hiç önemsenmiyordu.
30 yaşında kendisi başka şehirleri düşman elinden kurtarmaya çalışırken, doğduğu şehir düşmanların eline geçti.
30 yaşında amiri, onu kendisinden uzaklaştırmak için başka göreve atanmasını sağladı. Yeni görevinde fiilen işsiz bırakıldı. Aylarca boş kaldı.
37 yaşında böbrek hastalığından Viyana'da 2 ay hasta ve yalnız halde yattı.
37 yaşında komutan olarak yeni atandığı ordu, dağıtıldı.
38 yaşında Savunma Bakanı tarafından görevinden atıldı.
38 yaşında bir toplantıda giyebileceği bir tek sivil elbisesi bile yoktu ve başkasından bir redingot ödünç aldı. Ayrıca cebinde sadece 80 lirası vardı. 38 yaşında kendisi için tutuklama kararı çıkarıldı.
39 yaşında idam cezasına çarptırıldı.

Sonra ne mi oldu? 42 yaşında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı oldu!

Bu öykü efsanevi lider Mustafa Kemal Atatürk'e aittir.

Mümin Sekman, bu öyküyü, insanoğlunun azmine örnek olarak yazmış. Diyor ki:
- Başarınızın önündeki engel ne? Paranız mı yok? Atatürk'ün de yoktu! Sağlığınız mı bozuk? Atatürk'ün de bozuktu! Çevrenizde sizi çekemeyenler mi var? Atatürk'ün de vardı! Bazı yakın arkadaşlarınız sizi arkadan mı vurdu? Atatürk'ün de başına geldi! Aileniz çok zengin değil miydi? Atatürk'ünki de değildi! Amirleriniz hakkınızı mı yiyor? Atatürk'ünkini de yemişlerdi! vs..vs...vs..
Özeti: Çaresizlikten yakınmayın.. Çare sizsiniz..



Olaylara ve kişilere zaman zaman farklı açılardan bakmak, bize çıkarılacak yeni dersler sağlıyor.
 

Monday, November 06, 2006

Ermeni Lejyonu

 
Ne zaman Ermenilerden söz açılsa yalnızca masum halktan bahsediliyor. Sonucunda suçsuz insanların zarar görmesine yol açacağını bile bile silaha sarılan, hatta kendi insanlarının zarar görmelerini sağlayarak bunlar üzerinden propaganda yürüten silahlı Ermeni çetelerinden, Taşnak örgütünden ASALA’ya uzanan bağlantılardan söz eden dostumuz nedense pek çıkmıyor. Tarihten ihtiyaca göre seçilen olaylar, bir toplumu topyekün suçlu ya da masum ilan etmek için kullanılabiliyor. Çifte standartlar, tarihin selektif verilişi, aslında hep bildiğimiz, ancak artık geçmişte kaldığını zannettiğimiz konular. Artık eskilerde kaldığı için unutulmaya başlayan bir girişimi araştırmalarım sırasında tekrar karşımda buldum. Ermenileri Türklere karşı silahlandıranların bunu yalnız terör örgütlerini gizli gizli destekleyerek değil, yeri geldiğinde açıktan açığa yapmaktan da çekinmediklerini gösteren bir örnek olarak ilginizi çekeceğini düşünüyorum. Bu oluşumun arkasındaki ülke eminim sizi şaşırtmayacaktır.


Fransız Ermeni Lejyonu



Ermeni Lejyonu I. Dünya Savaşı sırasında Fransız Ordusu içinde bir birlik olarak kuruldu. Osmanlı İmparatorluğuna karşı Ermeni çeteleri ile birlikte çarpıştılar. Orijinal adları “La Légion d'Orient” yani Doğu Lejyonu idi.(1) 1 Şubat 1919”da "La Légion Arménienne" Ermeni Lejyonu olarak değiştirildi.
Ermeni Lejyonu, 15 Kasım 1916’da Fransız Savaş Bakanı General Roques ve Donanma Bakanı General Lacaze tarafından Paris”te imzalanan bir kararla kuruldu. Lejyonun Kıbrıs’ta konuşlandırılması, Osmanlı vatandaşı Ermeni ve Suriyeli gönüllülerden oluşması planlanmıştı. Lejyona Fransız subaylar komuta edecekti, Gönüllüler yerel Ermeni komiteleri tarafından toplanacak, eğitilmek üzere ve Fransa’ya, Bordeaux ve Marseille’e gönderilecekti. Komitelerin masrafları Fransa tarafından karşılanacaktı. Lejyon Fransız Savaş Bakanlığının sorumluluğu altında faaliyet gösterecek ve katılanlara Fransız askerlerine eş şartlar sağlanacaktı. Lejyona Suriye’de karargah kurmuş olan Fransız donanmasının savaş bütçesinden 10.000 Frank tahsisat ayrıldı ve oluşturulan birlikler Klikya, bugünkü adıyla Çukurova bölgesine sevkedildi. (2)

Paris Barış Konferansı'ndaki Ermeni heyeti başkanı Bogos Nubar Paşa’nın girişimleriyle tamamına yakını Ermenilerden oluşturulan lejyon, 1916 da Kahire’ye yerleştirildi. (3)

Burada Bogos Nubar Paşa ile ilgili bir parantez açmak gerekebilir; Mısır Ermenilerinden Bogos Nubar, Mısır'da vezirlik payesine sahip Nubar Paşa’nın (1824-1899) oğludur. 1851’de İstanbul’da doğmuş, İsviçre ve Fransa’da tarım ve mühendislik okumuş, Mısır’da demiryolları müdürlüğü yapmış, Sudan sulama projesini yürütmüş, şirket yöneticiliği ve bankerlik yapmıştır. Babası gibi o da Mısır Hidivinden paşalık ünvanı almıştır. I. Dünya Savaşını izleyen dönemde Ermeni toplumunun Avrupa’daki temsilciliğini yapmış, 1930’da Paris’te ölmüştür. (4, 5)

Bogos Nubar Paşa ile Fransız askeri ve siyasi yetkilileri arasında varılan anlaşmaya göre lejyon Klikya bölgesinde Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğundan bağımsızlıklarını kazanmalarına katkıda bulunacak, ileride kurulacak Ermeni ordusunun da çekirdeğini oluşturacaktı. Kuruluşunda 800’er kişilik 6 müfrezeden oluşan lejyonun komutası General Edmund Allenby’e verildi.

Lejyon Kıbrıs’ta eğitildikten sonra ilk olarak Filistin cephesinde Osmanlı ve Alman ordularına karşı savaşan Fransız ve İngiliz birliklerine yardım için görevlendirildi. Daha sonra da, önceden kararlaştırıldığı üzere Anadolu’ya sevkedildi.(6) Adana ve Mersin civarında etkili olan lejyonun verdiği destekle Ermeniler 1919 yılında bağımsız Klikya devletini kurduklarını ilan ettiler. Fransızlar 1920 yılında Türkiye’nin bölgedeki egemenliğini tanıyıp Ermeni Lejyonunu dağıtınca bu girişim de ortadan kalktı. (7,






(1) http://www.hairenik.com/armenianweekly/may_2003/history003.html
(2) http://www.haydjampa.org/Dossiers/HayLegion/p2.htm
(3) Richard G. Hovannisian, Armenia on the Road to Independence,' 1967
(4) http://www.osmanli.org.tr/yazi.php?bolum=4&id=256
(5) http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/sayi38/142.htm
(6) http://legionarmenian.free.fr
(7) http://www.hairenik.com/armenianweekly/august_september/history002.html
(8) http://tekeyan.kronotech.com/Cilicia/homeland.htm
 

Thursday, November 02, 2006

Türk- Ermeni İlişkileri ve Mağduriyet Psikolojisi

 
Aşağıdaki alıntı, Siyaset Psikolojisi Uzmanı Uzm. Klinik Psikolog F. Sevinç Göral’ın “Psikoloji ve Psikanaliz Penceresinden Türk- Ermeni Meselesi : Mağduriyet Psikolojisi ve Büyük-Grup Kimliğinin Etkisi “ adlı yazısından yapılmıştır. Türk ve Türkiye düşmanlığının canlı tutulmasının, “seçilmiş travma”nın çeşitli ülkelerde etnik kimlik bilincini ayakta tutmakta kullanılması konusunda düşünmeye yöneltmesi açısından önemli.

...

Travma insan zihninde ve psikolojisinde önemli bir etki bırakır. Yaşanan şeyin niteliğinden ziyade, nasıl algılandığı ve anlamlandırıldığı, bu etkilenmeyi belirler. İnsan zihninin travmayı çözümleyip eski işlevselliğine dönebilmesi için çiğnenmeden yutulmuş bir yiyeceği midenin öğütmesi gibi işlemden geçirmesi, eski zihinsel yapıları yenileriyle değiştirip güncellemesi, yani sarsılmış olan inanç ve değerler sistemini yeniden oluşturması gerekir. Benzer bir süreç kayıp sonrasındaki yas ve matemde de görülür. Sürecin tamamlanıp kaybın kabul edilebilmesi, kaybedilenin anılarının geçmişte saklanması, geleceğe taşınmaması için kişinin yas sürecini yaşaması gerekir.
Toplumsal travmalar da büyük-grup kimliğinde kayıp ve travmanın yarattığı bu etkilere yol açar. Bir grup kendini diğer grup karşısında aciz, zarar görmüş, çaresiz ve mağdur olarak görüyorsa, bunu “seçilmiş travma” olarak algılayıp bu olayı geleceğe taşır. Yas süreci tamamlanana kadar bu olay nesiller arasında aktarılarak ve çeşitli şekillerde canlı tutularak geleceğe taşınır.(1) “Nesiller arası geçiş yetişkin bir insanın bilinçdışı olarak, travmatize olmuş benliğini, gelişmekte olan bir çocuğun kişiliği üzerine dışsallaştırmasıyla oluşur. Çocuk bir önceki neslin istenmeyen, sorunlu parçaları için bir rezervuar (depo) haline gelir.” (2) Yetişkin bu aktarımı her zaman bilinçli olarak yapmaz. Sözsüz iletişim kaynaklarından ya da aile geçmişinin aktarılması sırasında farkında olmadan aktarılan zihinsel imgelerle çocuğa “benim yerime benim tutamadığım yası tut”, “ben aşağılandım sen bunu tersine çevir”, “sen benim olamadığım şekilde girişken ol kendini koru ve hakkını savun”, “kurban olma durumumuzu idealize et”, “bana uygulanan şiddetin intikamını al”, “yaşadığımız travmayı tamir et” mesajları verilir.(3)
Bir seçilmiş travma, nesiller arası aktarımı gerçekleşirken grubun liderleri tarafından çeşitli nedenlerle alevlendirilebilir. Grubu uyanık tutmanın ve istenilen yönde hareketlendirmenin en kolay yollarından biri, dışarıda bir tehdit olduğu algısının yaratılıp, gruptaki uyuyan biz-lik duygusunu uyandırmaktır. Seçilmiş travma bunun için en uygun araçtır. “Zaman çökmesi” kavramı bu noktada önem kazanmaktadır. Uyumakta olan grup kimliği, tarihte yası tam tutulmamış bir kayıp ve/veya travmanın yeniden gündeme getirilmesi durumunda, sanki olay yeni olmuş gibi etki eden bir mekanizma ile yeniden canlandırılır.(4) Bu, olay sanki dün yaşanmış, zaman geçmişten gelip “şimdi”nin üzerine çökmüş gibi, toplum içinde çok canlı duyguların yaşanmasına neden olur. Bu duygular toplumsal hareketlendirme (social mobilization) amaçlı olarak kullanılır.
Bu pencereden bakıldığında, 1915 tehcirinin Ermeniler için “seçilmiş travma” olarak işlev gördüğünü, Ermeni kimliğinin güçlenmesinde önemli bir rol oynadığını, özellikle diasporadaki Ermeniler için önemli bir biz-lik duygusu kaynağı oluşturduğunu söylemek mümkündür. Ermenistan iç politikasında işgal ettiği konuma ve Ermeni diasporasının soykırımın tanınması yönünde ortaya koyduğu faaliyetlerinin yoğunluğuna bakıldığında 1915 tehcirinin, neredeyse dört kuşak geçmesine rağmen hâlâ ne denli önemli bir olay olduğu, bireyleri duygusal olarak ne kadar etkilediği görülmektedir. Tehciri yaşamamış olmasına rağmen ikinci ve üçüncü kuşak Ermenilerde, birinci kuşağa göre daha çok Türk düşmanlığının görülmesi ve sonraki kuşakların soykırımın kabul edilmesi taleplerinde daha radikal olması, gerçekliğin arkasında psikolojik kökenli süreçlerin işlediğini dile getirmek için yeterlidir. Ermenistan politikaları medya ve eğitim araçlarından yararlanarak toplumu soykırım yapıldığı söylemi etrafında homojenleştirecek şekilde dezenformasyona tabi tutup, nesiller arası aktarımı pekiştirmeye çalışmakta ve zaman çökmesi yaratmaya çalışarak 1915 tehcirini kendi çıkarları doğrultusunda Ermeni politikası içinde kullanmaktadır.

...



(1)Vamık D. Volkan, Politik Psikoloji, Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1993, s. 70.
(2)Volkan, Kanbağı..., s. 57.
(3)Vamık D. Volkan, “Psikanaliz ve Tarih Bağlantısı”, Psikanalitik Bakış 2: Bireyin Tarihi, Tarihin Psikanalizi Sempozyumu, 24- 26 Nisan 2004, İstanbul.
(4)Vamık Volkan buna örnek olarak, Osmanlı Devleti’nin 1389’da Sırp topraklarını aldığı Kosova Savaşında ölen Sırp Prensi Lazar’ın kemiklerinin, Miloseviç tarafından savaşın 600. yılında, 1989’da, köy köy gezdirilmesini ve bunun, daha sonra Bosnalı Müslümanların soykırıma uğratılması suçuna kadar götüren süreci nasıl başlattığının öyküsünü dile getirmektedir. bkz. Volkan, Kanbağı..., ss. 65-100. Ayrıca anıtların, edebiyatın, sinema endüstrisinin... vs. seçilmiş travmaları kullanarak biz-lik duygusunu, yani büyük-grup kimliğini belli amaçlarla canlı tuttuğu bilinmektedir.
 

Wednesday, November 01, 2006

Özgürlük Heykeli

 


Aşağıdaki makaleyi Murat Bardakçı’nın Hürriyet Gazetesindeki köşesinde okudum. Çok ilginç geldiği için görmemiş okuyucularla paylaşmak istedim. Çalışmayı Mahmut Esat Ozan yapmış. Mahmut Esat Ozan ABD’de yaşıyor MDCC-North Campus' Department of International Studies in Miami Dade County, Florida’da “Professor Emeritus” ünvanı ile 38 yıl ders verdikten sonra emekli olmuş. 10 yıldan uzun bir süredir de ABD’de yayınlanan The Turkish Times’da yazan değerli bir gazeteci, araştırmacı.







New York'taki Özgürlük Heykeli'nin parasını Sultan Abdüláziz ödemişti


Heykel, 19. yüzyılın ortalarında Türk toprağı olan Mısır'a dikilmesi maksadıyla Fransızlar tarafından hazırlanmış ama sonradan yaşanan bazı şanssızlıklar yüzünden Mısır yerine Amerika yolunu tutmuştu. İşin daha da garip tarafı, heykelin masraflarının büyük kısmının, zamanın hükümdarı Sultan Abdüláziz tarafından bizzat ödenmiş olmasıydı.

‘NEW York' dendiği zaman, çoğumuzun hatırına ilk önce Manhattan'daki gökdelenler ve şehrin hemen önündeki adada yükselen, kaidesiyle beraber tam 93 metrelik ‘Özgürlük Heykeli' gelir.

1880'li senelerde Fransa'da yapılan Özgürlük Heykeli'nin masraflarının büyük kısmının bizden çıktığını, projesinin New York'a değil, o yıllarda Türk toprağı olan Mısır'a dikilmek üzere hazırlandığını ve son anda yaşanan bir talihsizlik neticesinde Amerika'ya gittiğini bilir misiniz?

İşte, kaçırılan bu fırsatın kısa öyküsü:

19. asırda Osmanlı İmparatorluğu'nun toprağı olan Mısır, yüzyılın ilk yıllarından itibaren Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın soyundan gelen ‘Hıdiv' unvanlı valiler tarafından idare ediliyordu ve içişlerinde bağımsız hale gelmişti. Mısır valileri, sadece yabancı memleketlerle imzaladıkları anlaşmalarla mali protokolleri padişaha tasdik ettirmekle yükümlüydüler ve İstanbul, bu gibi talepleri genellikle her zaman yerine getiriyordu.

Mısır Valisi Said Paşa'nın Fransız mühendis Ferdinand de Lesseps'e 1854'te hazırlattığı ve Akdeniz ile Kızıldeniz'i birbirine bağlayacak olan Süveyş Kanalı projesi de onaylaması için Osmanlı hükümdarına sunulmuştu. Projenin arkasında Fransa vardı ama İngiltere, Akdeniz'deki ve Hindistan'daki hákimiyetini sona erdirebilecek olan böyle bir hazırlığa karşı çıkıyor ve zamanın hükümdarı Sultan Abdüláziz'i, projeyi reddetmesi için devamlı bir baskı altında tutuyordu.

Said Paşa, İstanbul'un tasdikini beklemedi ve 1854'ün 30 Kasım'ında Fransız mühendise projenin hayata geçirilmesi için gerekli şirketin kurulması iznini verdi. Fransız sermayesiyle kurulan şirketin hisse senetlerinin tamamı satılınca İngiltere, Sultan Abdüláziz'e daha da fazla baskı yapmaya başladı ve hükümdar, Mısır Paşası'nın projesini 12 yıl boyunca onaylamadı.

Mısır tarafı ise, İstanbul'un tasdiki gelmeden işe başladı ama Said Paşa 1863'te birdenbire ölüverdi. Yerine geçen İsmail Paşa ise Fransız değil, İngiliz taraftarıydı, bu yüzden iktidarının ilk yıllarında projeye gereken önemi vermedi ama daha sonraki senelerde Kanal'ın Mısır'a nasıl bir hayati değişiklik getireceğini farkedince işe o da dört elle sarıldı. Kazılar neredeyse tamamlanmak üzereyken Fransız hükümeti, Sultan Abdüláziz'e İngilizler'den daha fazla baskı yapmaya başladı. Sultan Abdüláziz, 1866'nın 19 Mart'ında yayınladığı fermanla Kanal'a izin verirken Kanal Şirketi ile Said ve İsmail Paşalar arasında varılan anlaşmaları onayladı, üstelik Mısır'ın kanal inşaatı için yaptığı dış borçları de devlet garantisi altına aldı ve kendisi de Kanal Şirketi'nin hisselerine oldukça yüksek bir mebláğ yatırdı.

ASYA'NIN IŞIĞI OLACAKTI

Said Paşa ile kanalın mühendisi olan Ferdinand de Lesseps arasında 1854'te varılan anlaşmanın çok ilginç bir maddesi vardı: Kanal'ın Akdeniz'e açıldığı yere dev bir heykel dikilecekti. Heykel, firavunlar zamanının giysilerine bürünmüş bir kadın şeklinde olacak ve elinde ‘Asya'nın ışığının Mısır'dan geldiğini' sembolize eden bir meşale tutacaktı. Sultan Abdülaziz'in ödediği paralar arasında yapılacak olan heykelin masraflarının bir bölümü de vardı.

Paşa ve mühendis, eseri Fransa'nın tanınmış heykeltraşlarından olan Frederic Auguste Bartholdi'ye sipariş ettiler, hatta bir hayli avans da ödendi ve Bartholdi işe başladı. Dikileceği yerde monte edilecek şekilde parçalar halinde hazırlanan heykel birkaç sene sonra tamamlanmış, kanalın Akdeniz'e açıldığı yerde birkaç hafta içerisinde yerleştirilebilecek hale getirilmiş ve Marsilya'dan bir gemi ile Mısır'a nakledilmesinin hazırlıklarına bile girişilmişti.

Ama, Said Paşa'dan sonra Mısır'ın başına geçen İsmail Paşa, Müslüman bir memlekette böylesine büyük bir heykelin dikilmesinin halk arasında hoşnutsuzluk yaratacağını düşündü ve mühendis Ferdinand de Lesseps'e, heykelin Mısır'a getirilmemesi talimatını verdi. Mühendis'in Paşa'yı ikna çabaları neticesiz kaldı. Süveyş Kanalı 1869 Kasım'ında dünyanın dört bir tarafından gelen davetlilerin katıldığı büyük ama ‘heykelsiz' törenlerle açıldı. Bartholdi'nin eseri ise, Mısır'da bu yaşananlardan sonra Paris'te bir depoya kondu ve tozlanmaya terkedildi.

O yıllarda dünyanın bir başka tarafında, Fransa ile Amerika Birleşik Devletleri arasında büyük bir muhabbet yaşanıyor ve taraflar birbirlerine jest üstüne jest yapıyorlardı.

HEYKEL, AMERİKA YOLUNDA

Paris'te kurulan Fransız-Amerikan dostluk grubunun lideri olan Edouard Rene Lefebvre de Laboulaye, Fransız Hükümeti'ni Amerikalılar'ın Fransa'nın dostluğunu daima hatırlamaları için bir hediye gönderilmesi konusunda ikna etti ve hediyenin devásá bir heykel olması kararlaştırıldı. Heykel bir elinde hukuku simgeleyen bir kitap tutacak, diğer elinde de ‘dünyayı aydınlatan özgürlüğün sembolü' olan bir meşale taşıyacaktı.

Sipariş gene aynı heykeltraşa, Frederic Auguste Bartholdi'ye verildi. Bartholdi'nin eseri zaten hazırdı, senelerden beri bir depoda beklemedeydi ve tek eksiği üst kısmında, yani elleriyle kollarında ve yüzünde bazı değişiklikler yapılmasıydı.

Amerikalılar heykelin New York'un hemen girişinde bulunan ufak adalardan birine yerleştirilmesine karar verdiler. Bartholdi, kaidenin yerini görmek için New York'a gitti ve Paris'e dönüşünde yeniden işe başladı. Bakır ve çelikten yaptığı heykelin mühendisliği ilgilendiren taraflarını Paris'e kendi adıyla anılan bir kule dikmiş olan Gustave Eiffel ile beraberce çalışarak tamamladı ve 1884 Haziran'ın ilk günlerinde eserini Fransız hükümetine teslim etti. Bartholdi heykelin yüzünü tamamen değiştirmiş ve metale annesi Charlotte'in siluetini işlemişti. Birbirine monte edilecek şekilde yapılmış 350 parçadan oluşan heykel ‘İsere' adındaki bir Fransız gemisine yüklendi ve 4 Kasım 1885 günü New York'a ulaştı.

New York'ta, bu arada heykelin kaidesinin yapımı için bir bağış kampanyası başlamış, ilk bağışı Macar göçmeni olan, New York'ta ‘World' adında bir gazete çıkartan Joseph Pulitzer yapmış ve kaide için 100 bin dolar vermişti. Macar göçmeni gazeteci, daha sonra gazetecilikte dünyanın en büyük ödülü sayılan ‘Pulitzer'in de isim babası olacaktı.

Kaidenin inşasından sonra sıra heykelin dikilmesine ve resmi açılışa geldi. Bartholdi, New York'a yanına bu defa Süveyş Kanalı'nın mühendisi ve heykelin fikir babası olan Ferdinand de Lesseps'i de alarak gitti ve 1886'nın 25 Ekim'inde yapılan törende eserinin açılışını bizzat yaptı.
 

Tuesday, October 31, 2006

Ermeni Meselesinin Siyasî Tarih Sahnesine Çıkışı

 
Ermeni Meselesinin Siyasî Tarih Sahnesine Çıkışı

Sorulmayan Soru

Benim gibi bir çok kişinin de aklını kurcalayan bir soru olduğunu düşünüyorum; Ermeniler konusu neden birden bire ortaya çıktı? Yüzyıllarca, dost olmasalar bile karşılıklı anlayış içinde bir arada yaşayan Ermenilerle Türkler, birden bire 19. yüzyılın ikinci yarısında nasıl düşman oldular? Ermeni soykırımı iddialarının sahipleri gerçekten de Osmanlı yönetiminin 1915 yılında bir sabah yataktan kalkıp ne kadar Ermeni varsa ortadan kaldırmaya mı karar verdiğini düşünüyorlar? Sakın bunca yıl sonra Ermenilerin yerlerinden edilmeleri kendi yaptıkları bir şeyden kaynaklanıyor olmasın!

Olayların kaynağına bir göz atalım birlikte:

Ermeniler konusu ilk kez Ayastefanos'ta (Bugünkü adıyla İstanbul’daki Yeşilköy)1878 yılında Osmanlı Devleti ile Rusya Devleti arasında imzalanan sulh antlaşması ile uluslararası yazışmalara konu olmuştur. O zamana kadar gündemde olan ıslahat talepleri özel olarak belirli bir topluluğu değil, Hıristiyan tebeayı kapsamaktaydı.

Osmanlı Devleti 1877-78 Osmanli-Rus savaşında yenilip Rus ordusu Ayastefanos'a geldiği zaman Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan Rusya Başkumandanı Grandük Nikola'ya başvurarak Ayastefanos'ta imzalanan sulh antlaşmasına Ermeni milleti lehine bazı maddeler konulmasını sağladı. Ayastefanos'ta 3 Mart 1878 tarihinde imzalanmış olan sulh antlaşmasının 16. maddesi ile Osmanlı Devleti Ermenilerin yerleşik olarak bulundukları eyâletlerde o yerin ihtiyaçlarına göre gerekli ıslahat ve düzenlemeleri yapmayı taahhüt ediyordu.

Rusların Ayastefanos'ta elde ettiği kazanımları çıkarlarına aykırı bulan Alman Şansölyesi Otto von Bismarck’ın önderlik ettiği Berlin Kongresi'nin toplanışı sırasında yine bu patrik, kendisinden önceki patrik Kırımyan’ın başkanlığında Berlin'e bir heyet göndererek Ayastefanos Antlaşması'na konulan maddelerin Berlin Antlaşması'na da alınmasını temin etmiştir Osmanlı Devleti, Ingiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, Italya ve Rusya'nın da katıldığı Berlin Kongresi 13 Temmuz 1878'de imzalanan bir anlaşmayla son buldu. 1878 Berlin Antlaşması'nın 61. maddesi, ahalisi Ermeni olan eyâletlerde o yerin ihtiyaçlarına göre gerekli olan ıslahatı yapma ve Çerkeslerle Doğu Anadolu halkına karşı Ermenilerin huzur ve emniyetini sağlama görevini Osmanlı Devleti’ne yüklemiştir. Bâbıâlî'nin alınan tedbirler hakkında yeri geldikçe bilgi vereceği ve devletlerin bu tedbirlerin uygulanmasına nezaret edecekleri şeklindeki husus da bu maddenin gereklerindendir.

Berlin Antlaşmasının 61. maddesi, 1897 yılına kadar Rusya, Fransa, Almanya ve İngiltere’nin Osmanlı Devletinin çeşitli eyaletlerine heyetler, komiserler göndermelerine, sert notalar gönderip tehditlerle çeşitli avantajlar sağlamalarına yaradı. Ayrıca Osmanlı Devleti ile ilgili bilgi toplamalarını, kararlarını etkilemelerini de sağladı.

Bu müdahalelerin neden bu dönemde başladığına ilişkin olarak, söz konusu dönemde Bitlis ve Van vilayetlerinde 5 yıl kadar Rus Dışişleri görevlisi olarak bulunan Rus General Mayevsky, aşağıdaki değerlendirmeyi yapıyor:

"1870 yılı sonuna kadar Avrupa Türkiye’yi korumak için bir çaba sarfetmemişti. Çünkü Türkiye Rusya’ya karşı bir engel oluşturmaktaydı. Balkan işlerinde Rus siyaseti hissedilmeye başladığından beri burada Rus varlığını hoş görmeyen Avrupa çeşitli Hıristiyan hükümetleri kurmuştu.
1877-78 seferi Rusları zayıf düşürmek için tertiplenmiş olan bir Avrupa oyunuydu. Fakat sonuçta Türkiye zayıf düştü. Rusya’nın bir eli demek olan Bulgar Prensliği'nin ortaya çıkmasına Avrupa göz yumdu. Fakat Avrupa’nın genel dengesi için Türkiye’nin kuvvetli kalması gerektiğinden sonuçta sınır Avrupa’nın istediği şekilde çizildi. Esasen Bulgarlar Avrupa’da siyasî varlıklarını gösterecek çağda değildiler. Bir de baktılar ki Bulgaristan Avrupa’nın umduğu gibi çıkmadı, aksine Rusya’nın öncüsü gibi göründü. 1890 yılında Avrupa’nın Türkiye hakkındaki görüşü birden bire değişti; Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün korunması politikası aksine, bu hükümeti yavaş yavaş ortadan kaldırma politikasına dönüştü. Birçok büyük devletin meşhur politikacıları ondokuzuncu asırda Avrupa’da Türkiye’nin varlığı bütün Avrupalılar için utançtır diye açıkça bağırmaya başladılar.
1895 yılında Türkiye’nin paylaşılması projesi tamamlanmış ve Bâbıâlî Avrupa korumasından mahrum kalmıştır.
Türkiye Ruslara karşı koyabildikçe Avrupa kendisine dosttu. Fakat Türkiye’nin gücü zayıfladıkça ve Avrupa’nın istediği zamanda Rusya ile savaşa istekli olmayınca Avrupa’nın Türkiye’ye karşı dostluğu da ortadan kalktı. Rusya bir asırdır yeni yeni olaylar çıkmasına elverişli olan Doğu Hıristiyanları'nın koruyucusu olmuştur. Bu gibi karışıklıklar Türkiye’de o kadar kolay ortaya çıkmaktadır ki sadece biraz bozguncuların tarafını tutar gibi görünmek yeterlidir; karışıklık hemen hazırdır. Rusya da hemen kılıcı çeker ve Hıristiyanları savunmaya koşar. Bundan dolayı her türden yeni karışıklıklar Rusya-Türkiye savaşına en güzel sebep oluşturur. Bu konuda batı diplomasisi zorunlu bir çaba gösterir.
Eğer böyle olmaz da Türkiye’de karışıklık sürerse Avrupa için müdahale yolu açılır ki bu da batı diplomasisinin işine gelir. Fakat kendisi için zorluklar ortaya çıkar.
1894 senesinden itibaren Türkiye’de tedirginlik veren bir çok olay meydana gelmeye başlamıştır. Eğer Avrupa desteği olmasaydı yeryüzünde böyle bir olay hiç bir zaman ortaya çıkmazdı. İlk etapta Ermeni sorunu ortaya atıldı. Bu sorun Osmanlı Asyası'ndaki on vilâyeti kana buladı. Rusların ses çıkarmadığı ve Ermenilerin de artık güçten düştüğünü gören Avrupa Türkiye’nin başına yeni bir Girit sorunu çıkardı. Bunun da beklenen neticesi olarak Türk-Yunan savaşı ortaya çıktı. Ve bunun da ardından Makedonya sorunu baş gösterdi. İşte on senedir birbirini izleyen olayların sonucu artık bütün bu meselelerin sonuna yaklaşıldığını gösteriyor.
İşte bu şekilde Ermeni meselesi Avrupaca oynanmaya başlanan dramın birinci perdesini oluşturur. Bunun da başlangıcı bir asırdır Doğu’yu rahatsız eden peşpeşe olaylardır.
Ermeni hükümetinin kurulması, çeşitli milletlerden olan Güney Kafkasya’nın diğer tarafındaki Rusya’nın Osmanlı Asyası’na doğru genişlemesine Avrupa tarafından istenen güzel bir engeldir. Böyle bir düşüncenin gerçekleşmesi zordur. (Bu bölgede Doğu Anadolu halkı Ermenilerden bir kaç kat fazladır).
Ancak Avrupa bunda başarılı olunur düşüncesiyle Ermenileri satın aldı ve taraf tutarak 1895 ve 1896 yıllarındaki olayları çıkarttı.
İngiltere ilk önce Ermeni sorununu ortaya attı. Ermeni sorununu alkışlayan diğer Avrupa hükümetleri sorunun içinden çıkılmaz bir halde olduğunu biliyordu. Ancak bunlar da Ermeni komitesini hiç sevmediklerinden bu karışıklığın sonunda Ermenilerin uğrayacakları zararları dikkate almadılar. Genelde onlar için Ermeni kargaşasının gündeme gelmesi gerekliydi. Ermeniler bilmeden görevlerini tamamladıklarında Avrupa onları üzerinden atıp kurtuldu. 1898 ve 1899 yıllarında artık kimse onlarla ilgilenmedi. Ermeniler böyle bir köşeye atıldıklarında 1894 yılından bin kat daha kötü durumdaydılar. Şimdi Ermeni sorunu basında bile görünmez oldu. Ancak bazı yerlerde Ermenilerin unutulmaması için konuşmalar ve konferanslar yapıldığı ara sıra basında görülüyor. Paris, Cenevre, Brüksel, Milan, Budapeşte çoğunlukla bu gibi ısmarlama konferansların yapıldığı yerlerdir. Daha geçende bir çok Ermeni dostları Berlin’de toplanmışlardı. Konuşmacılar Ermenilerin içine düştüğü felâketi ve Avrupa’nın bunu üzerinden nasıl silkinip attığını, özellikle Rusya’nın hiç ses çıkarmadığını yakınarak anlattılar. Tüm olanlara rağmen Ermeni sorunu diplomatların programından çıkmış oldu.
Bununla beraber Fransa’daki meşhur politikacılardan Jores, Klemanso, Anatol Frans ve Presanse’nin etkili konuşmaları ve İtalya’nın da işe karışır gibi görünmesi belki Ermeni sorununu yeniden canlandırabilir.
Oysa yapılan her şey Türkiye’nin göz kamaştıran mirasından hisse sahibi olmak amacına yöneliktir. Hıristiyanları korumak, insanlığı ve kanunu savunmak, bunların hepsi sıkılmamak için birer maskedir. Ermenilerin gerçekten zor duruma düşmelerine Avrupa aldırış bile etmemektedir. Ermeniler parlak konuşmalardan etkilenip bir daha ayaklansalar ve geçen olaylar kadar zarara uğrasalar o ünlü konuşmacıların meydana gelecek sonuçtan zerre kadar yüzleri kızarmaz.”


Gerçekten de 1897-1912 yılları arasında geçen süre içerisinde Ermeni konusu Avrupa ülkeleri ile siyasî sorun olmaktan çıkmıştı. Avrupa devlet ve sefirlerinin Osmanlı hükümetine karşı görevleri; sıradan olaylar sebebiyle tazminat talebinde bulunmak ve olaylara neden olanların cezalandırılmalarını istemek gibi girişimlere ve ağırlığı olmayan başvurulara dönüşmüştü. 1909 yılında Adana’da ortaya çıkan olaylar bile politik açıdan ilgi çekmedi. Yalnız söz konusu devletlerden bazıları tebealarından zarar görenler lehinde tazminat istemekle yetindiler.

1912 yılından itibaren ise Ermeni talepleri tekrar canlandırılmaya başladı. Bu dönem aynı zamanda I. Dünya Savaşının zeminini hazırlayan çalışmalarının da yapılmaya başladığı dönem.




Kaynaklar:
• Tiflis Başşehbenderi Münir Süreyya Bey’in 9 Temmuz 1916 tarihli raporu.
BAŞBAKANLIK DEVLET ARŞİVLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı

• Internet araştırmaları
 

Tehciri Başlatan Bakanlar Kurulu Kararı

 
Ermenileri yoketmeyi amaçladığı iddia edilen Osmanlı yönetimi, Ermenilerin ülkenin başka bölgelerine taşınmasiını gizli kapaklı emirlerle değil, Bakanlar Kurulu kararıyla gerçekleştirmiştir. Taşımanın gerekçeleri kararda belirtilmiş, taşıma ve yerleştirme masrafları için ödenek ayrılmıştır. Sonuçları ne olursa olsun, amacın yoketme olmadığını gösteren önemli belgelerden biri olan Bakanlar Kurulu Kararının tercümesi, ilgilenenler için aşağıda sunulmuştur.


Kaynak: T.C. Basbakanlik Devlet Arsivleri Genel Mudurlugu


1198_1

MV. 198/24

Meclis i Vükelâ müzâkerâtına mahsûs zabıtnâme

Sıra numarası: 163

Târîh
Arabî: 15 Receb sene [1]333
Rûmî: 17 Mayıs sene [1]331

Hulâsa i me’âli

Menâtık ı harbiyyeye civâr mahallerde sâkin Ermenilerden bir kısmının hudûd ı Osmâniyyeyi a‘dâ yı devlete karşı muhâfaza ile meşgûl olan Ordu yı Hümâyûn’un harekâtını tas‘îb ve erzâk ve mühimmât ı askeriyye nakliyâtını işkâl ve düşman ile tevhîd i âmâl ü ef‘âl ve bi’l hâssa sufûf ı a‘dâya iltihâk ve memleket dâhilinde kuvâ yı askeriyyeye ve ahâlî i ma‘sûmeye müsellahan ta‘arruz ve şuhûr ve kasabât ı Osmâniyye’ye tasallut ile katl ve nehb ü gârete ve düşman kuvâ yı bahriyyesine erzâk tedârikiyle mevâki‘ i müstahkemeyi irâ’eye cür’etleri bu gibi anâsır ı ihtilâliyyenin sâha i harekâtdan uzaklaşdırılmasını ve usâta üssü’l harekât ve melce’ olan köylerin tahliyesini îcâb ederek bu bâbda ba‘zı gûnâ icrâ’âta başlanıldığı ve mine’l cümle Van, Bitlis, Erzurum vilâyâtıyla nefs i Adana, nefs i Sis ve nefs i Mersin müstesnâ olmak üzre Adana, Mersin, Kozan, Cebel i Bereket livâları ve nefs i Mar‘aş müstesnâ olmak üzre Mar‘aş sancağı ve Haleb vilâyetinin merkez kazâları müstesnâ olmak üzre İskenderun, Bilân(Beylân), Cisr i Şuğur ve Antakya kazâları kurâ ve kasabâtında sâkin Ermenilerin vilâyât ı cenûbiyyeye sevkine bi’l ibtidâr Van vilâyetiyle hem hudûd olan kısm ı şimâlîsi müstesnâ olmak üzre Musul vilâyetine ve Zor sancağına ve nefs i Urfa müstesnâ olmak üzre Urfa sancağının kısm ı cenûbîsine ve Haleb vilâyetinin şark ve şark ı cenûbî kısmına ve Suriye vilâyetinin kısm ı şarkîsinde ta‘yîn ve tahsîs edilen mahallere nakl ü iskânına mübâşeret ve devâm edilmekde bulunduğu beyânıyla menfa‘at i esâsiyye i devlete muvâfık telakkî edilen bu cereyânın bir usûl ve kâ’ide i muttarideye rabtı lüzûmuna ve bu bâbda ba‘zı ifâdâta dâ’ir Dâhiliye Nezâreti’nin 13 Mayıs sene [1]331târîhli ve 270 numaralu tezkiresi okundu.

Karârı

Fi’l hakîka devletin muhâfaza i mevcûdiyet ve emniyeti uğrunda tevâlî eden icrâ’ât ve ıslâhât ı fedâkârîsi üzerinde icrâ i sû’ i te’sîre sebeb olan bu kabîl harekât ı muzırranın icrâ’ât ı mü’essire ile imhâ ve izâlesi kat‘iyyen muktezî ve nezâret i müşârun ileyhâca bu emirde ibtidâr olunan icâ’âtdaki isâbet bedîhî olduğundan tezkire i mezkûrede der miyân kılındığı üzre muharrerü’l esâmî kurâ ve kasabâtda sâkin Ermenilerden nakli îcâb edenlerin mahâll i mertebe i iskânlarına müreffehen sevk ve îsâlleriyle güzergâhlarında te’mîn i istirâhat ve muhâfaza i cân ü mâlları ve muvâsalatlarında keyfiyet i îvâlarıyla sûret i kat‘iyyede iskânlarına kadar muhâcirîn tahsîsâtından i‘âşeleri ve ahvâl i sâbıka i mâliyye ve iktisâdiyyeleri nisbetinde kendilerine emlâk ve arâzî tevzî‘i ve içlerinden muhtâc olanlara taraf ı hükûmetden mesâkin inşâsı ve zürrâ‘ ve muhtâcîn i erbâb ı san‘ata tohumluk ve âlât ve edevât tevzî‘i ve terk etdikleri memleketde kalan emvâl ve eşyâlarının veyâhûd kıymetlerinin kendilerine suver i münâsibe ile i‘âdesi ve tahliye edilen köylere muhâcir ve aşâ’ir iskânıyla emlâk ve arâzînin kıymeti takdîr edilerek kendilerine tevzî‘i ve tahliye edilen şühûr ve kasabâtda kâ’in olup nakledilen ahâlîye emvâl i gayr i menkûlenin tahrîr ve tesbît i cinsi ve kıymet ve mikdârından sonra muhâcirîne tevzî‘i ve muhâcirînin ihtisâs ve iştigâlleri hâricinde kalacak zeytinlik, dutluk, bağ ve portakallıklarla dükkan, han, fabrika ve depo gibi akârâtın bi’l müzâyede bey‘yâhûd îcârı ile bedelât ı bâliğasının kendilerine i‘tâ edilmek üzre ashâbı nâmına emâneten mal sandıklarına tevdî‘i ve mu‘âmelât ve icrâ’ât ı mesrûdenin îfâsı zımnında vukû‘ bulacak sarfiyâtın muhâcirîn tahsîsâtından tesviyesi zımnında nezâret i müşârun ileyhâca tanzîm edilmiş olan ta‘lîmâtnâmenin bi tamâmihâ tatbîk i ahkâmıyla emvâl i metrûkenin te‘mîn i muhâfaza ve idâresi ve mu‘âmelât ı umâmiyye i iskâniyyenin tesrî‘ ve tanzîmi ve tedkîk ve teftîş ve bu husûsda ta‘lîmâtnâme ahkâmı ve nezâret i müşârun ileyhâdan ahz u telakkî edilecek evâmir dâ’iresinde mukarrerât ittihâz ve tatbîki ve tâlî komisyonlar teşkîli ile ma‘âşlı me’mûr istihdâmı vazîfe ve salâhiyetlerini hâ’iz olmak ve doğrudan doğruya Dâhiliye Nezâreti’ne merbût bulunmak ve bir re’îs ile biri me’mûrîn i dâhiliyyeden ve diğeri me’mûrîn i mâliyyeden intihâb ve ta‘yîn edilecek iki a‘zâdan terekküb etmek üzre komisyonlar teşkîl edilerek mahallerine i‘zâmı ve komisyon gönderilmeyen mahallerde mezkûr ta‘lîmâtnâmenin vâlîler tarafından icrâ yı ahkâmı tensîb edilmiş olduğunun cevâben nezâret i müşârun ileyhâya teblîği ve devâ’ir i müte‘allikaya ma‘lûmât i‘tâsı tezekkür kılındı.

Meclis i Vükelâ a‘zâlarının imzâları.
 
 
HOŞGELDİNİZ  
 

SİTEMİZ NASIL OLUYOR?
sitemiz cık güzel olmuş 75%
sitemiz güzel olmuş 8,33%
sitemiz kısmen iyi olmus 0%
sitemiz eh işte 8,33%
sitemiz kötü olmuş 8,33%
sitemiz olmamış 0%
12 toplam oy:


 
Bugün 24 ziyaretçi (25 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol